Hayal gücüyle tüm dünyayı şaşırtan Jules Verne’in yetiştiği, Fransa’nın yeşil cenneti Nantes, eşsiz doğasıyla turistlerin imrenerek gezdiği şehirlerden…
Hürriyet gazetesinden Nedim GÜRSEL’in Nantes izlenimini anlattığı yazısından bir bölüm
Parklarla çevrili. Üç nehrin beşiğindeki asude hayat Jules Verne, Andre Breton gibi düş gücüyle dünyayı şaşırtan yazarların yetişmesini sağlamış. Yağmurlu bir kış günü sokaklarında dünden bugüne gezintiye çıktım…
Yağmur yağıyor Nantes’a, bu mevsimde her zaman olduğu gibi. Aslında, bir tür ahmak ıslatan. Okyanustan esen rüzgârla sürüklenip gelen bulutlar burada, Loire Irmağı’nın üzerinde toplanıp birikiyor. Ve karanlık, bıktırıcı bir yağmur, Nazım Hikmet’in deyişiyle “bir ihanet konuşması gibi” çiseliyor. Oysa güneşli, güzel günler de gördüm bu kentte. Kış güneşinin dolunay gibi parlarken köprülerin çelik putrellerini, yeni kentin beton yığını mahallelerini, yapraklarını çoktan dökmüş ağaçlarla park ve bahçeleri aydınlattığı günler. Kesif bir sisin ansızın bastırdığı da oldu ama uzun süre tadına doyulmaz günbatımları seyrettim. Kızıl, sarı, mor, lacivert, erguvan günbatımları. Gerçek bir renk şöleniydi gökyüzü. Genelde Loire-Atlantique Bölgesi’nin kendine özgü, Vermeeer’in tablolarını anımsatan, külrengi bir ışığı var. Gökyüzünden değil de, ırmağın içinden çıkan, sularla ağaçlara, bulutlara, bulutların arasından bir gönünüp bir yiten donuk güneşe vuran bir ışık. Derken, gün dönünce koyulaşan ve ansızın kırmızıya dönen ışıkta doğa seçilmez oluyor. Ama kentin sarı, yeşil, kırmızı, mavi neonları vuruyor bu kez de suya. Irmak günden aldığını sanki geceye veriyor.
VAHŞİ DOĞAYI DİZGİNLEYEN DÜZEN
Loire boyunca uzun yürüyüşlere de çıktığım oldu, önünden tramvay geçen kahve teraslarında dinlendiğim de. Tramvayın dünyada ilk kez burada hizmete girdiğini bilmiyordum, tarih müzesini gezerken öğrendim. Çocukluğumda kitaplarını okumaya doyamadığım, hayal gücümü geliştiren, bana uzak ve gizemli dünyaların anahtarını sunan Jules Verne’in Nantes’da doğduğunu biliyordum ama, adını taşıyan müzeyi gezmemiştim. Umarım bir gün yolum oraya da düşer. Hayatımda ilk kez bir ırmakla bu kadar içli dışlı yaşıyorum. Bir ırmak, Fransa tarihinin tanığı Loire, ilk kez böyle yakından sarıp sarmalıyor beni, okyanusa bir an önce kavuşmak için değil sanki damarlarımda akıyor. Şimdi ağaç kütükleriyle birkaç çalıyı sürükleyen suların Fransız devriminde “ulusal ustura”nın, yani giyotinin kestiği kanlı başları alıp götürdüğünü hayal ediyorum. Bu bölge Paris’teki devrimci hükümete başkaldırmıştı. Yoksul ve dindar köylüler, kral taraftarı soylularla birleşip devrime meydan okumuştu. Hayatlarıyla ödediler bedelini, ama o zamandan bu yana köprülerin altından öylesine çok su aktı ki, artık Loire’da, değil kanlı başlar, gemiler bile yüzmüyor. Limanını yitirmiş, kanalları toprakla doldurulmuş, adaları karanın parçası olmuş kentin kalbine doğru yürüyorum.
PASAJDA OLAĞANÜSTÜ KOL GEZİYOR
Nantes’a gelir gelmez ilk işim Breton’la Vache’nin kafa çektikleri liman meyhanelerini aramak oldu. Tekinin bile izi kalmamıştı. Ne üç direkli yelkenliler vardı görünürde ne transatlantikler ne de şilepler. Birkaç balıkçı teknesiyle turistik vapurları saymazsak, Nantes liman kenti olmaktan çıkmış, yalnızca ırmaklarıyla (Loire, Erdre, Sevre) yetinen öksüz kent konumundaydı. Gerçi okyanustan 50 kilometre kadar içerideydi ama bir zamanlar Avrupa’nın en kârlı köle ticareti buradan yapılıyor, yedi derya aşan gemiler burada inşa ediliyordu. Kuşkusuz bu nedenle, artık limanı olmayan ama ırmaklarına sahip çıkan bir kent görünümünde Nantes. Taş yapılarla çevrili Kraliyet Alanı’ndaki anıtsal çeşmeden Loire ve kollarını temsil eden sular akıyor. Bu sular gelişi güzel akmıyor ama. Fransız akılcılığı, Loire’ın kollarını sere serpe uzanmış, yere devrilmiş testilerinden su akan genç kadınlar biçiminde tasarlamış. Onların üzerinde de, başında tacıyla kenti temsil eden bir kraliçe var. Suları denetleyen, vahşi doğayı dize getiren merkezi ve dikey bir düzen sözkonusu. Bu düzeni, alanı çevreleyen yapıların cephelerinde de görmek mümkün.