İçinde bulunduğumuz bu günlerde Madonna’nın 29 Ağustos’ta vereceği Sofya konseri, hem İstanbul hem de Avrupa’nın gündemine oturdu.
Atilla Demir’i, 16 yıl önce İstanbul’a konser vermek için gelen Madonna’nın özel rehberliğini yaptığı dönemden hatırlıyoruz…
Geçtiğimiz günlerde basında Madonna’nın uzun bir aradan sonra tekrar İstanbul’da konser vereceği haberleri yayınlandı. Madonna’nın kendi web sitesindeki konser programında Türkiye olmamasına rağmen bazı televizyon programları ve gazeteler ısrarla ünlü sanatçının Türkiye’de konser vereceği yönünde haberler yaptı. Bu asparagas haberler Madonna’nın Bulgaristan konserine tur düzenleyen seyahat acentelerini, birçok yolcunun rezervasyonlarını iptal ettirmesiyle olumsuz etkiledi.
Atilla Demir: Türkiye’nin marka değeri tartışılmaz
Peki, Madonna’nın Türkiye’ye geldiği dönemi iyi bilen ve ünlü yıldızı yakından tanıyan biri olarak sizce Madonna 1,8 milyon kişilik bir şehir olan Sofya’da konser verirken, 11 milyon’u geçen bir nüfusa sahip olan İstanbul’u konser programına neden dahil etmedi? Burada eksiklik organizatörlerde mi yoksa Türkiye markası mı yetersiz?
Türkiye’nin marka değeri hele Bulgaristan gibi küçük bir ülke söz konusu olduğunda asla tartışılamaz. Olaya müzik açısından bakarsanız, Türkiye ürettiği müzik çeşitliliği ve kalitesi ve bunu izleyen genç ve dinamik kitleleri göz önüne aldığınızda ülkemiz sadece Bulgaristan’ı değil, tüm komşu ülkeleri hatta o çok geniş hinterlandını etkisi altında tutmaktadır.
Öte yandan ülkemizde uluslar arası çapta büyük organizasyonlara imza atacak organizatörlerin eksikliği olduğunu düşünmek için de bir sebep göremiyorum. Dünya starı zaten iki tane vardı. Artık bir tek Madonna kaldı. Zamanında Sayın Ahmet San kişisel çabalarıyla ikisini de getirmeyi başarmıştı. Madonna’nın gelmemesi bir kayıp olabilir ama 16 yıl öncesiyle kıyasladığınızda bugün artık İstanbul bir şov, konser, gösteri cennetine dönüşmüştür diyebilirim.
Atilla Bey, Turizm Sektörünün içindekiler sizi çok yakından tanıyor…
Ancak okurlarımız için kendinizden biraz bahseder misiniz? Kaç yıldır turizm sektörünün içindesiniz? Hangi alanlarda çalışmalar yaptınız?
1984 yılında Turizm bakanlığının kokartlı rehberi oldum. 15 yıl kadar rehberlik yaptıktan sonra 1999 yılında kardeşim Tansu Demir’le birlikte acentacılığa soyunmaya karar verdik. Başladığımız günden itibaren iki farklı dalda hizmet vermekteyiz; Birincisi, Avrupa, Uzakdoğu ülkeleri, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika, Amerika gibi ülkelerden incoming yapmak, ikincisiyse başta ETS olmak üzere Türkiye’de Italya turları satan tur operatörlerine İtalya’da yer servisi hizmeti vermek.
Önceki yıllarda rehberlik yaptığınızı biliyoruz. Sizce rehberlik mesleğinin geçmiş yıllardaki ve günümüzdeki pozitif, negatif yönleri neler? Ülkemizde rehberlik eğitiminin yeterli düzeyde verildiğini düşünüyor musunuz? Sizce ülkemizde rehberlik nasıl bir meslek olarak görülüyor?
Bir açıdan bakılınca sanki verilen rehberlik eğitiminin eskiye oranla daha yetersiz olduğunu düşünebiliriz. Çünkü formasyonunu tamamlamadan piyasaya çıkan rehber sayısı çok fazla. Ama bu konuda pesimist olmak istemiyorum. Çünkü ülkemize gelen turist sayısı bir milyondan yirmi milyonun üzerine çıktıysa, yani talep büyük bir hızla arttıysa ve halen de artmaktaysa elbette bu sektörde hizmet veren değerli meslektaşlarım arasında tam pişmediği halde çalışmaya başlamış bir azınlık olacaktır. Bu bence hızlı artışın kaçınılmaz bir sonucudur. Öte yandan şunu da unutmamak gerek ki rehberlik zaten doğası gereği yapa yapa öğrenilen bir şey. Hatta şöyle söyleyeyim yanlış yapa yapa öğrenilen bir şey. Bugün geriye baktığımda bakanlık kursunu tamamlayıp kokart almış olmama karşın çıktığım ilk turda hiçbir şey bilmediğimi fark ediyorum. Çünkü rehberlik yapmak için sadece tarih, coğrafya, arkeoloji, mitoloji vb bilmek yetmiyor. Müziğinizi de bileceksiniz, geleneklerinizi de, yöreden yöreye değişen mufağı da bileceksiniz, adetlerinizi de, yazarlarınızı, şairlerinizi, sanatçılarınızı, sporcularınızı, politikacılarınızı vb. Yani sonuçta bilmeniz gereken şeylerin sınırı yok. İnsan bunları tecrübeyle, yaşaya yaşaya öğreniyor biraz da.
Küresel ekonomik kriz sebebiyle İspanya, Yunanistan, İngiltere gibi ülkelerin turizm için destek paketleri açıklanırken, Türkiye’nin turizme ne kadar öncelik verdiğini düşünüyorsunuz? Sizce krizden en az yara ile kurtulmak için ne gibi önlemler alınmalı?
Galiba bu sorunuza hazırlıksız yakalandım. Bizim paketten KDV ile ilgili düzenlemeler çıkmıştı, saydığınız ülkelerdeki paketlerden neler çıktığını doğrusu bilmiyorum. Öte yandan kriz küresel kriz olduğu için sektörel olarak önlem alınabilme olasılığı çok zayıf.
Ben ülkemizdeki turizm altyapısının sağlamlığına ve potansiyeline güveniyorum. “Bu da geçer daha öncekiler gibi” diye düşünüyorum.
Türkiye’nin tanıtma ve pazarlama konusunda turizme yeterince önem verdiğini düşünüyor musunuz? Şayet yetersiz görüyorsanız ne yönde çalışmalar yapılmalıdır?
Bu sorunuza vereceğim cevap belki de beklediğiniz türden olmayacak. Bence turizm çok fazla hükümetlerle ilgili bir şey değil. Bir devlette yaşayan insanlarla, o insanların yaptıklarıyla ilgili bir şey. O insanların yaptıkları, ürettikleri, yetiştirdikleriyle ilgili bir şey. İlk sorunuzda Türkiye’nin marka değerinden söz ediyordunuz. Bir ülkenin marka olmasında reklamın önemini göz ardı etmek söz konusu olamaz ama bu asla yeterli değil. Bir ülkenin marka değerini yükselten yani bir ülkeyi marka yapan şey o ülkenin ürettiği küçük küçük şeylerdir. Mesela Italya dev bir markadır ama bu dev marka küçük küçük taşlardan oluşmuştur. O küçük taşlar hep hafızamızın gizli köşelerinde durur ve İtalya deyince hepsi birden harekete geçip kafamızda bir imaj oluşmasına yardımcı olurlar. Şimdi ilk aklıma gelenleri söyleyeyim; Ferrari, Lancia, Benetton, Gucci, Milan, Juventus, Vivaldi, Dante, Leonardo da Vinci, Pisa, Versace, Prada.. bütün bu kelimeler sizi tek bir adrese yöneltiyorsa bu adres bir markadır.
Bu yüzden bu ülkenin yetiştirdiği ürettiği her güzelliğin, imajımızı ve marka değerimizi arttırdığını düşünüyorum. Tek başına reklam tek başına reklam olarak kalır. Yurtdışında herhangi birinin aklına Türkiye deyince sanatçı, sporcu, yazar, bilim adamı 10 tane isim ya da marka geliyorsa istediğiniz yere gelmişsiniz demektir.
En ufak krizlerin önce Turizm sektörünü etkilediği iyi biliyoruz… Buna rağmen Türkiye’de birçok sektöre krize karşı destek verilirken; KDV’nin yüzde 8’den 18’e çıkartılmasını ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın”Krizdeyiz, bütçelerimiz kısıtlı” yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemiz finansal açıdan zor durumdaysa elbette bu zorluğu hep birlikte göğüsleyeceğiz. Ancak turizmin ülkemizin en önemli dinamiklerinden biri olduğu ve sokaktaki ayakkabı boyacısından tekstilcisine, yaş meyve sebze üreticisinden restorancısına kadar doğrudan ya da dolaylı turizmden ekmek yiyen çok geniş bir kitle göz önüne alındığında bu karar bende biraz erken verilmiş bir karar hissi uyandırıyor.
Önümüzdeki yıl yapılacak TURSAB seçimleri hakkında neler düşünüyorsunuz? Yıllardır Başaran Ulusoy koltuğu devretmek istiyor ama galiba yerine geçebilecek kimseyi bulamıyor.
Evet. Sayın Başaran Ulusoy için turizm camiasında olan herkes gibi ben de çok üzülüyorum. Bazen rüyalarıma giriyor; Sayın Ulusoy TURSAB’ı bırakmış ve Türk turizmi tamamen göçmüş. Yurtdışından bir kişi bile getiremiyoruz. Her seferinde korkuyla uyanıp sabah ilk iş TURSAB’ı arıyorum. Orada olduğunu duyunca rahatlıyorum. Ama galiba bu bir tek Sayın Ulusoy’un sorunu değil. Ben bugüne dek yerine geçebilecek birini bulmuş bir Sayın devlet büyüğümüzü görmedim.
İşiniz dolayısıyla birçok ülke gezdiniz. Ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan en çok hangi ülkeden etkilendiniz? Turiste en çok saygı gösteren ülkeleri sıralarsanız Türkiye listenizin kaçıncı sırasında yer alır?
Zor bir soru. Her ülkenin kendine has çekiciliği var. En çok şundan etkilendim demek çok zor. İsim vermek yerine şöyle tanımlamak istiyorum; Özgürlük ve insan hakları kriterlerinde üstte olan ülkelerde o sokaklarda dolaşırken özgürlüğü hissetmek çok hoş oluyor. Bu kriterlerde altta olan ülkelerdeyse ana caddelerde bile insanların bakışlarından tehdidi algılayabiliyorsunuz. Daha sakınımlı olmanız, hatta yalnız dolaşmamanız gerektiğini hissettiriyorlar size. Saygı konusu da aynı. Eğitim seviyesi yüksek olan ülkelerde insana saygı daha yüksek. Bundan kastım o insanların sizi görünce ayağa kalkmaları veya önünüzde eğilmeleri değil. Bu abartılı saygı örneği daha çok doğu toplumlarına özgü. Önünüzde eğilmek ama eğilirken de avuç açmak tarzı bir şey bu.
Bana kalırsa ülkemizin de turizm açısından en büyük sorunu bu; insanlara, yani misafirlerimize kendilerini güvende hissettirememek. Başımızdan geçen olayları örneklemek gerekirse taksicisinden esnafına neredeyse tüm vatandaşlarımız turiste yolunacak kaz gözüyle bakıyor. Misafirlerimizin başlarına gelen olaylardan utandığımız çok oluyor.
Gene de iyiye doğru bir gidiş olduğunu düşünüyorum. Yani listenin en sonunda değiliz.
Ülkemizin sahip olduğu turistik değerleri göz önünde bulundurursak, ne zaman nerede oluruz sizce?
Seneye aydayız…. (Gülüyor)
Şunu söyleyeyim; hiç fena gitmiyoruz. Demedi demeyin bir köşeye yazın; 2020 de yılda 60 milyonu aşarız.
En çok yaşamak istediğiniz 3 şehir hangisi.
İs-tan-bul.
İstanbul doğumluyum ve İstanbul’u hiç bu kadar güzel görmedim. Her yanı hızla düzenleniyor. Her yanı çiçeklendi. Gelen yabancı dostlarım etrafa şaşkınlıkla bakarken ne yalan söyleyeyim gururlanıyorum. Sanki çiçekleri ben ektim. Keşke TURSAB olarak bizim de biraz katkımız olsa. Daha bir gururlanırdık.
Türkiye’de mutlaka görülmesi gereken 3 yer neresi?
Sokak sokak İstanbul. Tabi Kapadokya. Karadeniz.. elbette yaylalarıyla. Bir de Ishakpaşa sarayından Ağrı’ya bakmalı. Ara Güler’in “Ağrı Dağı” fotoğrafını düşünmeli o an. Van’ı Akdamar’ı görmeli. Harran’dan da geçmeli. Urfa’da Balıklı Göl’ü ziyaret edip Nemrut’a da çıkmalı. Antakya’dan Mersin’e Kızkalesi’ne, oradan Antalya’ya uzanmalı. Aspendos’ta soluklanıp .. çok uzayacak galiba.. üç oldu mu?
Gazetemizi nasıl buluyorsunuz?
Samimi söylemek gerekirse gözümdeki sempatisini yitirdi diyebilirim. Ben daha kısa ve daha kolay bir röportaj bekliyordum. : )