Son günlerde bir Alaçatı-Yunan adaları karşılaştırması ve bunun üzerinden doğan bir tartışma sürüyor.
Evrensel yazarı Janet Barış, tatil yaparken ‘kazık yemediğimiz’ Yunan adalarını yazdı.
Son günlerde bir Alaçatı-Yunan adaları karşılaştırması ve bunun üzerinden doğan bir tartışma sürüyor. Herkes kendine göre farklı açılardan ele alsa da nihayetinde benzer noktaların altı çiziliyor. En basit tabiriyle Türkiye’de tatil yapmak genellikle kalabalık, gürültülü ve pahalı olduğundan ama temelde içinde bulunulan ülkenin kaotik ortamından uzağa gitmek için Yunan adaları cazip bir tercih. Fakat benim son iki yıldır aradığım başka bir şey daha var, gerçekten Türkiye’den uzak olması, bu yüzden de tercihim Türkiye’nin herhangi bir kıyısından feribotla da geçilemeyen, ancak aktarmalı uçakla Atina’dan ulaşılabilen İyon Adaları. Bu adaların çekici olmasının bir nedeni de henüz Türkiye’de çok da keşfedilmemiş olmaları, bunda uzak olmalarının payı var elbette…
Genellikle yeme-içme üzerinden bir karşılaştırma yapılıyor olsa da konaklama için de aynısı geçerli. Her ne kadar Türk lirasını üçle çarpmak zorunda kalsanız bile dehşet bir fiyatla karşılaşmıyorsunuz. En son Kefalonya’ya seyahat ettiğimden oradan örnek vermek gerekirse yedi gece iki kişi 400 avroya (1200 lira, kişi başı 600 liraya denk geliyor) kahvaltı dâhil güzel bir otelde kalabilmek mümkün, tabii ki her yerde olduğu gibi daha düşük ya da tam tersine daha yüksek fiyatlı olanları da var.
YEDİĞİN İÇTİĞİN KALSIN, GÖRDÜKLERİNİ ANLAT
Beyaz ya da mavi yakalı farketmez, her gün çalışmak zorunda olan herkes, tek bir yıllık izin gününün altın kadar kıymetli olduğunu iyi bilir. Bu yüzden de özellikle birleştirilmiş bayram tatilleri yıllık izin haricinde kullanılabilecek, değerlendirilebilecek günler. Herkesin yaz tatilini bir deniz kenarında geçirmek istemesi iyi güzel tabii ama gidilen her yeri kurutmak diye bir gerçeğimiz de var maalesef. İster dünyanın en pahalı beachclub’ı olsun, ister suyun kenarında durduğun mütevazı bir kıyı, bir şekilde kalabalıklaşınca kötü, hoyrat davranıp doğasını bozuyoruz. Buna bir de işletmecilerin hoyrat tavrı eklenince ne gidip uzanınca huzur bulabileceğin bir koy kalıyor, ne de yiyip içtikten sonra gönül rahatlığıyla ödeyebileceğin bir hesap.
Yeme-içme meselesinin üzerinde çokça durulmasının nedeni de aradaki ayrımın çok keskin olması. Madonna’nın bile tatilini yapmak için geldiği Kefalonya’nın Fiskardo kasabasında yarım litre şarabı 4 avroya ortalama (12 lira) içebiliyorsanız ve tatil beldelerimizde ortalama bir kadeh şarabın bu fiyattan çok çok daha yüksek olduğunu düşünürseniz çok da söze gerek yok zaten.
İşletmecilerin bu konudaki savunma şekilleri de genellikle vergiler ve evet içki vergileri her zaman daha yüksek ama bu markette altı liraya satılan biranın dört katı fiyatına servis edilmesini meşru kılmıyor. Hadi içkiye vergi var diyelim, sadece alkollü değil herhangi bir alkolsüz içeceği de makul bir fiyata bulmak mümkün değil. Herhangi bir içeceği geçtim su bile pahalı. Yine Kefalonya’dan örnek vereceğim ama ister bir plaj restoranı, ister akşam gittiğiniz bir restoran ya da sokaktayürürken gördüğünüz bir büfe olsun farketmez suyun tek bir fiyatı var o da 50 sent, yani 1 avro bile değil ve belli bir standardı var. Yunanlar sıcaktan bunalan insanlara suyu beş katı fiyatına satıp kâr etmektense hizmet etmeyi tercih ediyor. Su demişken Atina Havalimanı’nda bir şişe suyun 35 sent yani 1 avronun üçte biri olduğunu sadece hatırlatarak geçeceğim yoksa bu yazı bir ada yazısı olmaktan çıkıp ucuz-pahalı havalimanı yazısına (yine Yunan tarafını öven) dönüşebilir.
KIYILAR, KIYILARIMIZ
Yunan adaları ‘nda tatil yapmanın da bir zorluğu var tabii, o da kıyılara erişmek… Çünkü her güzel kıyının etrafına bir otel konmamış, hatta belli başlı yerlerde ev bile yok. Bu her Yunan adası için geçerli olmayabilir belki ama özellikle en son tatil yaptığım Corfu ve Kefalonya adalarında gözlemlediğim çoğu plajın bu sebeple gerçekten bakir kalıp doğasını koruyabildiği.
Misal Kefalonya’dan örnek verilecek olursa bu adanın en popüler, en bilinen iki plajı var; biri Myrtos, diğeri Antisamos. Her iki plaja da arabasız gitme olanağı yok. Antisamos’a belki 3 km’lik bir yolu göze alabilirseniz yürüyerek erişebilirsiniz. Ya da arabam yok ama ben bu plajın kenarında bir otelde kalıp yürüyerek ineceğim derseniz de etrafında herhangi bir otel bulmanız mümkün değil, etraftaki çoğu plaj için de aynısını söylemek mümkün.
PLAJLAR HALKLARIN
Bazı plajlarda satış yapan, şezlong kiralayan işletmeler olsa da sizi rahatsız etmiyor, hemen yanıbaşımda oturan iki çocuklu İtalyan aile plaja meyvelerini, biralarını portatif bir soğutucuya koyup getirmiş, işletmeden bir-iki içecek almak dışında kendi getirdiğini ‘dışarıdan yiyecek, içecek getirilemez’ tacizlerine ve bakışlarına maruz kalmadan rahatlıkla yedi, içti. Çünkü orada işletmeler de çok iyi biliyor ki plajlar halkların…
Sadece yeme-içme-kalma ucuzluğu da değil her yeri sürekli bir biçimde imara açılmamış olan bir ada, hiçbir zaman gelip oturmayacak kadar insana boşuna yapılmış yazlıklarla dolu, her bir kıyısına asfalt dökülmüş kıyılardan çok daha huzurlu.
Nihayetinde kalması, yemesi içmesi, plajında oturmasıyla birlikte size dünyanın uzak bir ucundaymışsınız hissi veren (iki uçak değiştirince ister istemez böyle bir his oluyor)bir adada vakit geçirmek, birleştirilmiş bir tatili (hatta herhangi bir tatili) Türkiye’nin kıyılarından herhangi birinde geçirmekten çok daha cazip. Bunun bu kadar net bir gerçek olması iyi mi yoksa kötü bir şey mi o da tartışılır, ona da halkımız karar versin.
Janet Barış / Evrensel