Mayorka, Cezayir’le İspanya kıyıları arasına serpilmiş Balear Adaları’nın en büyüğü, dolayısıyla en kalabalık olanı. Adalardaki 1 milyon nüfusun, 800 bini burada yaşıyor. Merkezi Palma’nın herhangi bir Avrupa başkentinden farkı yok.
Geçen yaz 23 milyon yolcunun indiği havaalanının da. Mayorka’ya her gün yüzlerce turist taşıyan bir “charter” uçağıyla değil, 19. yüzyılın ilk yarısında Fransız kadın yazar George Sand ve sevgilisi Chopin gibi Barselona Limanı’ndan kalkan bir buharlı gemiyle gitmek isterdim. Bu sayede adayla ilk tanışmam, Palma Katedrali’yle olabilirdi. Size coşkuyla önce gotik katedralin denizden eşsiz görünümünü, ikiz çan kulelerinin günbatımında göğe yükselişini, kalker taşıyla örülmüş duvarlarının ezici ağırlığını ve mızrak temrenini andıran çatı süslemelerini anlatabilirdim.
Palma Kadetrali’nin yapımına, adadaki Arap egemenliğine son veren Aragon Kralı don Jaime’nin buyruğuyla, 13. yüzyılda başlanmış. Halk “La Seu” ismini takmış. Neredeyse tüm eski kente ve limana hâkim bu eski yapının Araplar’dan kalma bir caminin yerine inşa edildiğini George Sand bilmiyordu belki ya da bilmezden geliyordu. Yoksa Balear Adaları’nda turizmi başlatacak “Mayorka’da Bir Kış” adlı kitabında şu satırlara yer verir miydi acaba?
“Kıyıdan gökyüzüne yükselen yoğun kitle limana girer girmez etki alanına çekiyor insanı…”
ARAP İZİ SİLİNMİŞ
Bu çekim gücünde Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan savaşta Bakire Meryem’in oynadığına inanılan rolün de payı olmalı. O dönemde Batı Akdeniz, Endülüs’e yerleşen İslam’la Hıristiyanlığın çatışma alanıydı, daha sonraki yıllarda Osmanlı’nın yükselişiyle bu çatışmanın Doğu Akdeniz’e kaydığını biliyoruz. Osmanlı, Ayasofya başta olmak üzere, fethettiği topraklardaki kiliseleri camiye çevirmekle yetindi; buna karşılık Katolik krallar “Yeniden Fetih” hareketiyle İspanya’da Müslüman egemenliğine son verirken, Kurtuba’daki La Mesquita hariç, bütün camileri yıktı. Yalnızca camileri değil, havraları da. Burada da öyle yapmışlar, Batı Akdeniz’in en eski camilerinden birinin yerine bu anlı şanlı katedrali oturtmuşlar.
BALIK BOL, BALIKÇI YOK
Diyeceğim, Mayorka’da 500 yıllık Arap egemenliğinin izlerini aramak boşuna. Ancak dilsel düzeyde, semt ve yemek adlarında Arapçanın etkisinden söz edilebilir. Belki bir de, yüzyıllar boyunca kullanılan, adada tarımın gelişmesini sağlayan sulama sisteminde.
Tarih boyunca Kartaca, (bir söylenceye göre Anibal burada doğmuş), Roma, Vizigot ve Arap ordularının istilasına uğramış Mayorka. 13. yüzyılda Katalanların eline geçmiş. Bu nedenle halk Katalanca kırması bir dil konuşuyor, ama yazın Almanca ya da Fransızca duyuluyor her yerde. Bir zamanlar Kuzey Afrika’yla Güney Avrupa arasında stratejik öneme sahip Balearlar bugün kitle turizminin eğemenliğinde. Kumsallar boyunca kat kat oteller yükseliyor, kahveler, lokantalar ve sokaklar şortla dolaşan yabancılarla dolu. Palma’dan, surlarla çevrili eski bir liman olan Alcudia’ya dek, güney-kuzey ekseninde bir otoyol ikiye bölüyor adayı. Kuzey kıyının dağlık bölgelerineyse, patikalardan değil, asfalt yollardan geçilerek ulaşılıyor. Nasılsa balık bol ama balıkçılık yok olmuş, el sanatlarıyla hayvancılık da. Her yer hediyelik eşya satan butiklerle, turist gezdiren fayton ve otobüslerle dolu. Plajda “üstsüz” güneşleyen sarışın dilberlerle “sörf” yapan delikanlıları da anmasam olmaz. Yahya Kemal’in “Zil, şal ve gül” sözcükleriyle özetlediği flamenko da var elbette, geceleyin her barda, yüzme havuzlu turistik otellerin gösteri salonlarında izleyebilirsiniz. Marinalarsa lüks yatlardan geçilmiyor.
Bu yatlardan birinin güvertesinde tatillerini burada geçiren ünlülerle karşılaşabilirsiniz. 1997’de evlendirdiği kızı Christina de Borbon ve eski handball oyuncusu eşi İnaki’ye “Palma Düşesi ve Dükü” unvanlarını veren İspanya Kralı Juan Carlos’la mesela. Başında mavi-beyaz gemici kasketi, şort üstüne giydiği keten gömlekle, ayaklarında şıpıdık terlikle. Kendisi yoksa bile, silueti hep buralarda. Ülkesini askeri darbeden kurtarıp Avrupa Birliği’ne girmesini sağlayan demokrat kral, adanın mağaza, otel duvarlarındaki fotoğraflarda boy gösteriyor. Bir zamanlar adayı mekân tutan ünlülerden Onasis, Grace Kelly ya da Churchill gibi…
YEŞİL VADİLER BADEMLİKLER BAĞ VE ZEYTİNLİKLERLE KAPLI
Mayorka’nın tarihi çok eskilere, MÖ 5 bin yılına dek gidiyor. Buraya ilk ayak basanlar mağaralarda yaşamış ama, “myotragus balearicus” denilen Mayorka’ya özgü bir tür karacayı evcilleştirmeyi de başarmış. Sonra, büyük olasılıkla üzerlerinde hemcinslerini kurban ettikleri taş sunaklar yapmışlar. Gökyüzüne doğru dikildiğinde gemi burnunu andıran bu sunakların işlevlerine aykırı bir adı var: “küçük tekne”. Derken korunmak ve düşmanı gözetlemek amacıyla yuvarlak, taş kuleler eklemişler manzaraya, avcılığın yanı sıra tarımla uğraşmaya başlayıp yerleşik düzene geçmişler. Ve adanın verimli topraklarını ellerinden geldiğince değerlendirmeye çabalamışlar. Bugünkü yeşil manzara, kayalık dağların yamaçlarını kaplayan çamlar, vadiler boyunca serilen bağlar ve bahçeler, zeytin ağaçlarıyla dev okaliptüsler ve Akdeniz’in vazgeçilmez bitkisi selvilerle gölge vermeyen palmiyeler, bu çabanın sonucu olsa gerek. Mayorka badem ağaçlarıyla da ünlü. George Sand gibi, onların baharda çiçek açtıklarını göremedim ne yazık ki, ama yol boyunca zeytinlikler arasından bir görünüp bir kayboluşlarına tanık oldum. Pabuç incirleriyle tek tük kaktüslereyse en olmadık yerlerde rastladım.
POLLENSA
Turgut Reis’in leventleri, Franco’nun acımasız falanjistleri unutulamamış
Günün en sıcak saatinde, herkesin öğle uykusuna yattığı, ortalıktan el ayak çekildiği bir vakitte geldim Pollensa’ya. Yol boyunca gördüğüm yel değirmenleri aklımdan çıkmıyordu. Don Kişot’un saldırısını doğrulayacak kadar heybetliydiler. Rüzgâr olmadığı için dev kanatları dönmüyordu belki, ama yuvarlak, taş kulelerin üzerinde zırh kuşanmış gibiydiler. Mayorka’ya Arap uygarlığının bir hediyesi olan bu değirmenleri düşman sanmakta haklıydı idealist şövalye, sevgili atı Rossinant’la üzerlerine saldırıp mızrak sallarken “devlerle savaştığını” hayal ediyordu.
Bu devlerle savaşın bir zamanlar gerçek olduğunu düşündüm. Kent yerel kahraman Joan Mas Farragut’un Dragut’a, yani bizim Turgut Reis’in leventlerine karşı 1550 yılında kazandığı zaferi kutlamaya hazırlanıyordu. Ay-yıldızlı sarı bayraklarla kırmızı siyah flamalar asılıydı balkonlarda, yüksek duvarlarıyla kiliseden çok bir kaleyi andıran katedralin çan kulesine Aragon Krallığı’nın armaları çekilmişti. Kapalı kepenklerin arasından da rengârenk bayraklar sarkıyordu. Savaş, ay yıldızlı bayrakların temsil ettiği Müslümanlarla renkli flamalar taşıyan Hıristiyanlar arasında olmuştu ama, saldıran taraf o dönemde bu yöreyi haraca kesen Türk korsanlarıydı. Onlar da Don Kişot gibi yel değirmenlerine saldırıyorlardı bir bakıma, üstlerinden yüzlerce mil uzaklaşıp kendi hallerinde yaşayan insanların mal ve hayatlarına kastettikleri için de önünde sonunda yenilmeye mahkûmdular.
DUVARDAKİ LEVHANIN SIRRI
Türk korsanların adadan kovulmasını her yıl 2 Ağustos’ta kutlayan Pollensa düşmandan korunmak amacıyla kıyıdan biraz içeride, kayalık, çıplak tepelerin arasındaki dar boğaza kurulmuş eski bir kent. Mayorka’nın çoğu kentleri gibi sokaklarında ne kaldırım var ne de soluklanacak bir kahve. Kapalı kapıların önünden geçerken ortalıkta in cin top oynuyordu. Kentin merkezindeki küçük alanın çeşmesine bakan açık bir yer bulabildim sonunda. Oturup bir kahve söyledim. Garsonun, tüm Mayorkalılar gibi işi biraz ağırdan alacağını düşünüyordum, beklediğim gibi olmadı. Anında önüme geldi kahve. Yanında da bir bardak su. Ona, buraya gelirken bir evin duvarında gördüğüm taş levhada yazılı “1936’da demokratik kurumlara sadık kalan Pollensa halkına ithaf edilmiştir” cümlesinin ne anlama geldiğini sordum, haberinin olmadığını söyledi. Buralı değildi. Hatta İspanyol bile değildi. Bu nedenle elini çabuk tutmuştu ama ne yazık ki kentin tarihi hakkında fazla bilgisi yoktu. Bu kez de, kuşkusuz öğle sıcağının etkisiyle, bir başka savaşı, İspanya İç savaşı’nda burada olup bitenleri düşündüm. Levhada yazılanlar yaraları henüz sarılan bu kanlı savaşa atıfta bulunuyor olmalıydı.
Peki kimdi bu insanlar, yalnızca onların anısını değil, geçen yüzyılın en büyük trajedilerinden birini, İspanya İçsavaşı’nın toplumun ortak belleğine kazınmış derin izlerini de çağrıştıran bu taş levha kimler için kentin duvarına konulmuştu? Bugünün deyimiyle “demokratik kurumlar”a bağlılıktan kasıt Cumhuriyet’e sahip çıkanlar, bu uğurda ölümü göze alanlardı elbette, siyasi görüşleri ne olursa olsun Franco faşizmine direnenlerdi. Aralarında anarşistler, komünistler, sosyalistler, sendika liderleri, hatta ender de olsa din adamları bile vardı ama, çoğu cepheye gitmemiş, savaştan önce Katolik Kilisesi’ne karşı düzenlenen şiddet hareketlerine katılmamış, diyeceğim elini kana bulamamış sıradan vatandaşlar, masum insanlardı. Tek suçları falanjistlerin gözünde “şüpheli” olmalarıydı.
ÇIĞLIĞI DUYAN OLMADI
Birden, Georges Bernanos’un Les grands cimetieres sous la lune (Ayın Altında Büyük Mezarlıklar) adlı kitabı düştü aklıma. Bernanos monarşi yanlısı, katolik bir Fransız yazarıydı, hatta büyük oğlu “sığır eti daha ucuz” olduğu için içsavaştan birkaç yıl önce yerleştikleri Palma’da Falanj partisine üye olmuş, yalnızca Mayorka’da değil Madrid’de de cumhuriyetçilere karşı savaşmıştı. Ne var ki Bernanos, vicdan sahibi bir aydındı. Gece yarısı evlerinden toplanıp götürülen, sorgusuz sualsiz bir duvar dibinde, bu turkuvaz rengi denize, portakal ve limon ağaçlarına, Sierre Tramuntana’nın yamaçlarından başlayan bu enfes doğaya karşı kurşuna dizilenlerin acısını yüreğinde duyuyordu. Düpedüz bir “temizlik”ti söz konusu, iki düzenli ordunun savaşı değil.
Tarlalardan toplanıp kamyonlara koyun gibi yüklendikten sonra kızgın güneşin altında mezralara, mezarlıklara, kurumuş dere yataklarına götürülüp katledilenlerin sessizce boyun eğişlerine daha fazla katlanamazdı. 1937 Martı’nda, yani iç savaşın başlangıcından yedi ay sonra, bu yöntemlerle tam üç bin kişi öldürülmüştü. Yaklaşık günde 15 kurban demekti bu. Mayarka Adasının o zamanki nüfusu ve bir ucundan ötekine o günün koşullarında en fazla iki saatte gidilebildiği göz önüne alındığında vahşetin boyutu, olayın korkunçluğu çok açık biçimde ortaya çıkıyordu. Çatışmalardan önce adaya ayak basan Rossi adındaki maceraperest bir faşistin yönetiminde işleniyordu cinayetler. Korunmasız insanlar, ordunun işbirliğiyle ortadan kaldırılıyordu.
Bernanos yalnızca tüm İspanya’da olup bitenlere değil Mayorka’da bizzat tanık olduğu infazlara karşı da isyan bayrağını açtı. Ve Balearlar’dan yükselen, tüm Avrupa’yı uyarmayı amaçlayan bir çığlığa dönüştü yazdığı sözcükler. Örneğin şöyle diyordu:
“Kamyon gıcırtılarla hareket ediyor. Anayoldan ayrılmadığı sürece kasasına ite kaka doldurulmuş insanlarda bir umut var hâlâ. Ama birden yavaşlayıp dar bir yola giriyor, boş bir alanda duyor sonra. ‘İnin!’ İnip sıraya diziliyorlar, kimi bir madolyonu kimi başparmağını öpüyor. Pan! Pan! Pan! Cesetler, parçalanmış kafalarıyla bir kan denizi içinde tepenin dibine yığılıyorlar. Mezarcı ertesi sabah bu durumda bulacaktır onları. Mezarcı diyorum çünkü katliam bir mezarlıktan az uzakta gerçekleştirilmiştir. Beyin kanamasından öldükleri kayda geçirildikten sonra alelacele gömülebilmeleri için..”
Aylar boyunca, askeri mahkeme tarafından bile yargılanmadan binlerce “şüpheli” bu yöntemle kurşuna dizildi Mayorka’da. Aralarında kişisel hesaplaşmaların kurbanı olanlar da vardı kuşkusuz, ama çoğu işinde gücünde, sıradan insanlardı. Komünistlerle sosyalistlere gelince onlar da, Madrid ya da Barcelona’daki çatışmalara katılmadıkları halde, böyle acımasızca, Bernanos’un deyimiyle “köpekler gibi” katledildiler.
Ayın Altında Büyük Mezarlıklar, Malraux’nun Umut’u gibi büyük yankı uyandırdı Fransa’da, ama Halk Cephesi hükümetini müdahale etmesi için ikna edemedi. Sonrasını biliyoruz. Sonrası tüm Avrupa’nın ortak belleğine 20. yüzyılın en büyük trajedilerinden biri olarak kazındı. Mussolini ve Hitler bu olaydan aldıkları cesaretle saldırganlıklarını daha da arttırdı. İspanya demokrasiye ancak çok uzun yıllar sonra, Avrupa Birliği ve Juan Carlos sayesinde geçebildi.
Error, group does not exist! Check your syntax! (ID: 18)ACI YOLU’NDAN ÇIKARKEN
Bütün bunlar sanki başka bir yerde, Pollensa’dan, bu güzelim sokaklarla taş evlerden çok uzakta, başka bir göğün altında olmuş gibi. Sessizlik içime işliyor, giderek tatlı bir unutuşa bırakıyorum kendimi. Tam karşıda kentin sırtını dayadığı tepenin üzerinde küçük bir kilise var, oraya çıkmak için Roma yolunu andıran, taş döşeli bir merdivenden yukarıya doğru tırmanmak gerek. Tam 365 basamak. Kahvemi bitirip, neyse ki tüm Akdeniz ülkelerindeki gibi burada da istemeden getirilen bir bardak soğuk suyu içtikten sonra “Acı Yolu”nun basamaklarını ağır ağır çıkmaya başlıyorum. Evet Haşim de bir başka coğrafyada, Pollensa’dan uzak bir kentte benzer bir acıyı dile getirmişti: “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak”. Eteklerimde bir yığın yaprak yok, sonbahar gelmedi henüz. Önümüz yaz. Hem de uzun, sıcak mı sıcak, nasıl biteceği belirsiz bir yaz. Ama, Haşim’in dizelerindeki gibi, “bir müddet ağlayarak bakıyorum semaya”, sonra iki yanında selvilerin sıralandığı yokuşu çıkmaya devam ediyorum. Yukarda, kilisenin girişinde İsa bekliyor beni. Çarmıhta tek başına ve İspanyol halkının yalnızca acısını değil isyanını da dile getiriyor sanki: “Tanrım beni neden terk ettin!” O çarmıhtayken bile hâlâ susan Tanrı’ya bir yakınma mıydı bu, yoksa İbranice bir duanın sözleri mi? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Merkezi çekici, varoşları çirkin
Mayorka Adası’nın en büyük şehri Palma, tarihsel mimari dokusunu koruyabilmiş ender İspanyol kentlerinden. Varoşları ne kadar çirkinse merkezi de o ölçüde ilgi çekici ve güzel. Evlerin balkonlu, cumbalı cepheleri, kapalı kepenklerle tahta kapılar, kıvrıla büküle denize inen taş döşeli sokaklar, sonradan eklenmiş de olsa sokak fenerleri ve “patio” adı verilen serin iç avlular attığınız her adımda Akdeniz’in gün görmüş kentlerinden birinde olduğunuzu anımsatıyor.
Palma’da tüm yollar, çınarların gölgesindeki kahve teraslarında bira ya da “sangrilla”larını yudumlayan turistlerin önü sıra küçük alanlardan geçerek katedrale çıkıyor. Bu yapının özelliği diğer İspanyol kiliselerindeki gibi karanlık ve kasvetli olmaması. Çok geniş ve ferah bir iç mekâna sahip. Işık, daire biçimindeki devasa vitraylardan süzülüp hacimleri büyütüyor, yapının en kuytu köşelerine dek ulaşıyor. Sevilla Katedrali’nden sonra İspanya’nın ikinci büyük katedrali olan “La Seu”da Barcelona’lı ünlü mimar Gaudi tam 10 yıl boyunca bazı düzenlemeler yapmış, ferforje bir sunağı tapınağın ortasına yerleştirip ana mekânı gereksiz ayrıntılardan kurtarmış. Palma’nın yalnızca simgesi değil “medar-ı iftiharı” da olan katedralin yapımına 13. yüzyılda başlanmış, ancak 400 yılda tamamlanabilmiş.
KATEDRALDEKİ KESİK BAŞ
Katedralin içinde dolaşırken tahtadan yontulmuş bir kesik baş heykeli dikkatimi çekildi. Başında sarık, kan bulaşmış ak sakalıyla bir Müslüman’dı bu ve büyük olasılıkla Hıristiyan egemenliğini anımsatmak için oraya konulmuştu. Türkiye ile birlikte “Medeniyetler Buluşması”nın başını çeken bir Avrupa ülkesinde bu tür anımsatmaların artık gereği kalmadığını düşündüm. Hıristiyanlarca kutsal sayılan Santiago kentinde de bir Müslüman’ı atının nallarıyla ezen, kılıç kuşanmış Aziz Santiago’nun heykelini yadırgamıştım. Bu kesik baş, bana sorarsanız, artık terk edilmesi gereken bir “bellek çalışması”nın ürünü. Hem o çağlarda teslim olmayan kentlerin yağmalanması bir kuraldı. Nasıl İstanbul düştükten sonra kent üç gün boyunca Osmanlı askerlerince yağmalanmışsa, Palma’nın da İspanyollarca yağmalanıp Müslüman halkın kılıçtan geçirildiğini, kadın ve çocuklarınsa esir pazarlarında satıldıklarını biliyoruz; bunu her fırsatta anımsatmanın kimseye bir yararı olacağını sanmıyorum.
Adanın yeni hâkimleri, yani Jaime Hanedanı, bugün katedralin bulunduğu alandaki camiyi yok etmekle kalmayıp Arap valilerin sarayı Almudaina’yı da müstahkem bir kaleye dönüştürmüş. Bir zamanlar tam karşısındaki camiyle bir “külliye” oluşturan sarayın yüksek duvarları, burçları, kuleleri de var. Çatısındaysa yüzü İspanya kıyılarına dönük, Hıristiyan egemenliğinin bir simgesi olan yapıyı yalnızca Müslümanlardan değil her türlü afetten koruyan bir melek heykeli. Bronz heykelin koruyucu kanatları belki biraz küçük ama, etkisi oldukça büyük olmalı ki oraya konulduğundan bu yana Türkler de dahil hiç bir “düşman”ın istilasına uğramamış saray. Ne resim koleksiyonlarına ne de Rönesans tarzı eşyalarına zarar gelmiş. Buna karşılık kentin orta yerinde, ortaçağdan 17. yüzyılın sonlarına dek, özellikle de engizisyon döneminde “sapıklık”la suçlanan binlerce Yahudi ve Müslüman harlı ateşte yakılıp külleri havaya savrulmuş.
FIRFIRLI ETEKLERİN İŞLEVİ DEĞİŞMİŞ
Dinlerini değiştirmeye zorlanan Yahudilerin öyküsünü, bu konuda bir hayli zengin olan Palma’nın arşivlerinden öğrenmek mümkün. Baskı ortamından kurtulabilenlerin Kuzey Afrika’ya, daha sonra da Gırnata’nın 1492’de düşmesiyle Osmanlı’ya sığındıkları belgelerde kayıtlı değil. Biz Türklere, daha doğrusu kahramanlıklarıyla övündüğümüz Barbaros Hayrettin Paşa ve Turgut Reis’in emrindeki korsan takımına gelince, onların burada bıraktıkları izlere rastlamak her yerde mümkün. Dağ köylerinde kadınların giydiği kat kat etekler örneğin. Flamenko rakkaselerinin grapon kâğıdı biçiminde fır döner şuh giysilerini, kan rengi iç çamaşırlarını andıran bu etekler ırz düşmanlarına karşı bir önlemmiş aslında. “Peki bu ırz düşmaları da kim” diye soracak olursanız yanıtı belli: Türkler, daha doğrusu Türklerle özdeşleştirilen yağmacı korsan takımı. 0 çağda kadınlar kendilerine hamile görünümü vermek için böyle kat kat giyiniyorlarmış, şimdi de erkekleri baştan çıkarmak için aynı yönteme başvuruyorlar. Doğru ya da yanlış bilemem, ben Mayorka’dan söz eden eski kaynakların yalancısıyım. Adaya birkaç kez saldıran Barbaros ve leventlerinin buradan üç bin köle kaldırıp Akdeniz limanlarında sattıkları da tarihsel bir gerçek.
MAYONEZİ PENCEREDEN GİREN TÜRK GÜLLESİNE BORÇLUYUZ
Balearlar’ın Mayorka’dan sonra gelen ikinci adası Minorka. Adanın kuşatması sırasında amiral gemisinden atılan bir serseri güllenin mutfak penceresinden girerek sepetteki yumurtaları kırıp zeytinyağı şişesini devirdiğini okudum rehberde. Eğer bu rivayet doğruysa mayonezi, Minorka’nın liman kenti Mahon’da bir evin mutfak penceresinden giren Türk güllesine borçluyuz. Yumurtayla zeytinyağını karıştıran gülle soframızdan eksik etmediğimiz “Mahonnaise”in, bir başka deyişle mayonezin bulunmasına neden olmuş. Türklerin dünya mutfağına yaptıkları bu önemli katkıyı da Mayorka’da öğrenmiş oldum.
Yazı: Hürriyet Seyahat