Sadun Boro’nun ‘Pupa Yelken’ kitabını okuduğum 1975 yılından beri kurduğum hayal gerçekleşiyordu sonunda. Dünya denizlerine küçük bir tekneyle yelken açıyordum.
Hem de tek başına…
‘Ağlamak’ genelde mutsuzluğu ifade eden bir kelimedir. İnsanlar daha çok üzüntülü oldukları zaman gözyaşı döker. Bu fizyolojik olayın bir de oldukça az yaşanan bir başka psikolojik şekli daha var: Mutluluktan ağlamak, mutluluk gözyaşları…
Ben, 2 Mayıs Pazar günü Fenerbahçe’den demir alırken işte bu ikinci sıraya koyduğum gözyaşlarını döküyordum, hıçkıra hıçkıra. Beni uğurlamak için tanıdık, tanımadık bir sürü insan iskeleye toplanmış, kimisi el sallıyor, kimisi düdük öttürüyor, kimisi de bana teknesiyle eşlik ediyordu. Sadun Boro’nun ‘Pupa Yelken’ kitabını okuduğum 1975 yılından beri kurduğum hayal gerçekleşiyordu sonunda. Dünya denizlerine küçük bir tekneyle yelken açıyordum; hem de beni gerçekten heyecanlandıran biçimiyle: tek başına…
Tek başına yola çıkışımın nedeni asosyallik ya da gerçekten yalnız olmak değil. Şu ana kadar yaşadığım çok yoğun sportif hayat nedeniyle olsa gerek, beni hep zor olanlar çekmiş ve bunları başarabilmenin o derin keyfini ve gururunu yaşamayı alışkanlık haline getirmişimdir. Bu işi ‘yalnız’ başarabilmek bu duyguyu en üst noktalarda yaşatabilecek bir olay gibi göründü her zaman gözüme. Fakat yine de ilk gün yola çıktıktan kısa bir süre sonra bir endişe kapladı içimi. Yola çıkmıştım ve kocaman bir su kütlesinin ortasında yapayalnızdım. Önümde beni bekleyen bilinmez içimi ürpertiyordu. İnsanların sürekli olarak ‘çılgınlık’ olarak adlandırdıkları bir maceraya atılmıştım ne de olsa. Oysa ben bunu hep ‘hayallerimi gerçekleştirme’ ya da ‘planlanmış ve iyi organize edilmiş bir ekspedisyon’ olarak görmüş ve ifade etmiş olsam da olumsuz yorumlar insanı etkiliyor bir şekilde.
Error, group does not exist! Check your syntax! (ID: 7)Böyle şeyleri yapan insanlar dünyada çok aslında. Bunun ilki bundan bir asır öncesine, 1895’e dayanıyor. Amerikalı Joshua Slocum Boston’dan Spray isimli 11 metrelik ahşap yelkenli teknesiyle tek başına nisan ayında yola çıkıyor. 46.000 deniz mili geçtiği yolculuğu tam 3 yıl sürüyor. Yazmış olduğu kitap ‘Sailing Alone Around The World’ hâlâ, bugün bile tartışmasız en iyi denizcilik kitapları arasında sayılır.
Slocum bu seyahatini sürekli olarak limanlara uğrayarak yapmış. Bugünlerde bu işe girişmenin değişik şekilleri türedi: Hiç karaya uğramadan ‘durmadan’ yapılan turlar, ‘en kısa zamanda’ yapılan turlar, ‘tek başına dünya turu’ yarışı vs. vs. Biz Türkiyeliler ise bu tür heyecanlara ve keşfetme arzusuna kapalı yapımızla bunlardan bihaber yaşıyoruz.
Orta Çağ’da Avrupalılar bir taraftan okyanuslar, diğer taraftan da Osmanlılar tarafından oldukları yere sıkıştırıldığından gözlerini okyanusların ötesine dikmişler. Batının şu anki dünya üzerinde kurduğu egemenliğin en büyük nedeni, zamanında zenginlik ve güç sağlamak için çıkılan okyanus aşırı seferlerdi denebilir. Kolomb’un Amerika’ya ayak basması batı için ‘ekspedisyon’, yani keşfetmek için bir sefere çıkma kavramının başlangıcı oldu denebilir. Bu ilk büyük seferin ardından dünyada ayak basmadıkları yer kalmadı. Bu önceleri işgal etmekle başladı, sonradan batılı ülkelerin birbirleri üzerinde üstünlük kurma yarışına dönüştü (kutup seferleri, dağcılık, hatta aya ilk ayak basma gibi). Bugün yapılan tüm ‘challenge’ yani heyecan içeren ekspedisyonlar böyle bir alışkanlığın, kültürün eserlerinden başka bir şey değil. Bizde fazlasıyla eksik olan bu merak ve keşfetme duygusu sanırım Batının örnek almayı hak eden yaşam biçimlerinden biri…
Bu merak duygusu aslında hepimizde var. Çocukluk çağlarımızı hatırlarsak, ‘yaramazlık’ denen kavramın ardında aslında bir tür keşfetme duygusu içerdiğini görebiliriz. Sonradan öğrenilen güvenlikli yaşam, tehlike, korku gibi kavramlar çocuğun bu merak duygusunu bir tarafa atmasına ve daha uslu, bilindik, korunaklı bir hayat yaşamasına neden oluyor. Sonuçta bu yaramazlık durumunu bir türlü üzerimden atamamış olarak ben de vurdum kendimi yollara.
Yolculuğun ilk haftalarını Türkiye kıyılarında, güneye inerek geçirmeyi planlamıştım. Bu sayede hem 6 aydır sürekli yeni eklemeler yaptığım teknemi denemiş olacak hem de Bodrum’da 2 sene boyunca göremeyeceğim anneannemi ziyaret etme şansım olacaktı.
Bodrum’a kadar olan yol, Çanakkale’de patlayan lodos fırtınasını atlatmak için 4 gün kadar Çanakkale limanında beklemeyi, Midilli ve Sakız Adası açıklarında Yunan sahil güvenliği tarafında çevrilip ufak birer sorgulanma yaşamayı saymazsak genelde problemsiz geçti denilebilir.
Bodrum’da teknenin son hazırlıkları da tamamlandıktan sonra Kos Adası’ndan Yunanistan’a, dolayısıyla Avrupa Birliği’ne ayak bastım. Aslında yolculuğum psikolojik olarak tam da burada başladı diyebilirim. Amacım sadece tekneyle yol almak değil, ülkeleri, coğrafyaları, insanları elimden geldiğince fotoğraflamak ve anlatabilmek. Buna ilk olarak Kos’tan başlamak istediysem de burada beni biraz hayal kırıklığı karşıladı. Bir şeyleri fotoğraflayıp anlatabilmem için oranın bende hayret duygusunu uyandırmış olması gerekir. İnsan sürekli yollarda olunca ‘hayret’ uyandırabilecek şeyler oldukça süzülmeye başlıyor. Gerçekten özgün ve farklı olanlar dışındakiler sıradan geliyor. Kos tamamen deniz turizmine ağırlık vermiş bir ada. Yunan Adaları gelirlerinin çoğunu turizmden sağlıyor aslında, fakat buranın turizm şekli sadece denize girilebilecek plajlar ve tipik turistik alışverişe dayalı. Yunan Adaları’nın özgün mimarisinden eser yok burada. Bundan dolayı giriş işlemleri tamamlandıktan sonra yola çıkmaya, bence Yunan Adaları içinde en özgünü olan Santorini’ye gitmeye karar verdim.
Kos–Santorini arasında Astipalaia adlı, adı pek fazla bilinmeyen bir ada daha var. Tam yolun üzerinde olduğundan buraya da uğrayıp bir geceyi burada geçirmeye karar verdim. Doğrusu ya, beklemediği zamanlarda karşılaştığı şeyler insanı daha fazla hayrete düşürüyor. Ada ummadığım kadar güzel ve özgün çıktı. Sadece ufak bir yerleşim yeri olan adada kalabalık turist kafilelerinden eser yoktu.
Son derece sessiz olan köyün üzerinde 4’cü yüzyıl Bizans’ından kalma bir kale yükseliyor. Duyulan yegâne ses evlerinin önünde birbirleriyle sohbet eden ada halkının yüksek seslerinin ve arada bir attıkları kahkahaların köyün daracık beyaz sokaklarında yankılanması… Meteorolojinin verdiği dört günlük fırtına uyarılarını da hesaba katarak havanın yumuşamasını burada değil de görmek için sabırsızlandığım Santorini’de beklemeye karar vererek sabah güneşiyle birlikte yola koyuldum.
Error, group does not exist! Check your syntax! (ID: 11)Akşam hava kararmadan buranın güvenli olarak kalmaya müsait tek limanı olan Vlikadha’ya demir attıktan sonra kara keşifleri için yanıma aldığım bisikletimi hevesle ambardan çıkartıp kendimi vakit kaybetmeden yola attım. Fakat ada fazla inişli çıkışlı çıktı. ‘Eski bisikletçiyim’ böbürlenmesini bir yana bırakıp bisikletin burada fazla işe yaramayacağını kabul etmeye karar verdim. Dilim bir karış dışarıda, kiralık motosiklet sağlayan firmalardan birinin önünde aldım soluğu. Adamın bana “Dikkatli ol, burada araçları deli gibi kullanırlar” uyarılarını “Siz merak etmeyin, ben Türküm” diye cevaplayarak motoru aldım. Üç gün için çok iyi bir fiyata anlaştığım ufak motosikletle adada girmediğim yer kalmadı. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; adamlar hiç de deli gibi kullanmıyor. Bizim oraların alışkanlığıyla kullanınca deli gibi kullanan ben oldum. Yunan Adaları içinde en çok fotoğrafı çekilmiş yer herhalde Santorini’dir denilebilir. Kendine has inanılmaz coğrafyası ve mimarisiyle bu kadar fotoğraflanmayı da hak ediyor doğrusu. Çok turistik olmasına, her tarafta bin bir ırktan insanla karşılaşmanıza rağmen gitmeye ve görmeye fazlasıyla değiyor.
Santorini bu özgünlüğünü tamamen coğrafyasına borçlu. Ege’nin ortasında 80.000 yıl kadar önce oluşmuş bir volkanik ada aslında. Bugün de hâlâ aktif halde bulunan dünyanın en önemli volkanlarından biri. Günümüze kadar kanıtlanmış 14 aktivite kaydı var. Sırasıyla M.Ö. 198-96, M.S. 19, 60, 726, 1457, 1508, 1573, 1650, 1707-12, 1866-70, 1925-26, 1928, 1940-41 ve en son olarak ta 1950 yıllarında olmuş. Listeden görüldüğü gibi bazen kısa süreli aktivite görülürken, kimi zaman beş seneye kadar yayılmış. Aktivite çoğunlukla kraterin ortasında bulunan kalderada, yani denizin altında oluşuyor. Bunlardan sadece biri, 1650 yılında olanı adanın üzerinde oluşmuş.
Bütün ada bir tane volkanın kocaman ağzının kenarlarının denizin üzerinde kalmış hali. Bu yüzden ada üzerindeki iki önemli kentin, Fira ve Oia’nın kenarına kuruldukları sarp uçurum hiç sığlık yapmadan hemen sahilden 380 metre derinliğe kadar denizin dibine, yani aslında kraterin tabanına iniyor.
Bu adanın bu kadar ünlü olmasının ardında sadece görsel zenginlik bulunmuyor kuşkusuz. Ünlü, batarak kaybolmuş uygarlık Atlantis efsanesi kimi tarihçi ve arkeologlara göre bu adaya, burada yaşamış ve o döneme göre çok ileri bir uygarlık seviyesine ulaşmış Minos’a ait aslında.
M.Ö. 1450 yıllarında Minos uygarlığının en yüksek seviyesinde olduğu sıralarda ada, daha doğrusu volkan çok şiddetli biçimde faaliyete geçiyor. Bulunan verilere göre, patlamanın şiddetinden yüksekliği 250 metreyi, sürati ise 350 kilometreye ulaşan inanılmaz bir tsunami dalgası diğer komşu adalar ve Girit’te de bulunan tüm Minos uygarlığını yok ediyor.
Bu hikâyeyi öğrenmem adaya başka bir gözle bakmaya neden oldu. Şu anda kazı yapılan iki arkeolojik bölge, Akrotiri ve eski Thera’da dolaşırken insanların o anda duyduğu derin korkuyu ve paniği içinizde hissediyorsunuz.
Bu inanılmaz yok oluş buraya sonradan yerleşmiş insanları epeyce etkilemiş. Bir adada yaşıyor olmalarına rağmen yerli halk denizden hep uzak durmuş. Yerleşimlerini adanın yüksek yerlerine, daha çok sarp bölgelerde açtıkları mağaralara yapmışlar. Bu mağaralar zamanla kendine has mimarisi ve yolları olan yerleşim yerlerine dönüşmüş ve turizmin de etkisiyle boyanıp süslenerek günümüzdeki fotojenik halini almış. Bir adada yaşamalarına rağmen balıkçılıkla ilgilenmeyip daha çok tarım ve hayvancılık yapmışlar. Bugün olağanüstü turizm talebi nedeniyle (senede ortalama 500.000 kişi ziyaret ediyor) kolay ve iyi para kazanma yöntemi olarak, artık çoğunluk bu sektöre yönelmiş durumda.
Buna rağmen eski yaşam biçimlerini hâlâ sürdüren bir azınlık da var adada. Bunlar eski günlerde olduğu gibi yine ekin biçip hayvan yetiştiriyor, ekinlerini eşeklerle taşıyıp bağlarında yetiştirdikleri üzümlerle adaya özgü çok lezzetli şaraplar yapıyorlar. Bunlar da turizmden çok uzak kalamamışlar. Kimi gemilerle denizden gelen paralı turistleri yaklaşık 200 metre yükseklikte bulunan kente çıkarmak için eşeklerini kullanıyor, kimi de kendi mütevazi şartlarında yaptığı şarapları sokak aralarında satıyor.
Adanın kullanımda olan iki ismi var. Bir tanesi Yunanlıların kullandığı Thira. Bu adanın ilk isimlerinden aslında. M.Ö. 12. yüzyılda burayı ele geçiren Dorianlılar adaya kralları Theras’ın adını vermişler. Bu günümüzde Thira’ya dönüşmüş. Genelde bilinen Santorini ise 1204’te adayı işgal eden Fransızlar tarafından verilmiş.
Ada üzerinde dikkatimi en çok çeken şey kiliselerin çokluğu oldu. Yunanlılar’ın dinlerine bağlı olduklarını bilirdim, ama buradaki durum biraz daha abartılı geldi bana. Volkanın ağzına bakan sarp yamaç üzerine kurulmuş onlarca irili ufaklı kilise var. Sanırım adanın yaşamış olduğu felaketler dizisi yerli halkı derinden etkilemiş ve Tanrı’ya sığınma ve yakarma bir yaşam biçimine dönüşmüş.
Bu tür yerlerde zaman çabuk geçiyor. 3 gündür tozu dumana katan fırtına dinmiş, motosikletin de kirası dolmuştu. Artık bir sonraki liman için demir alma vakti gelmişti. Sabah erkenden limandan yola çıktım, ama adayı bir türlü terk etmek içimden gelmedi. Tekneyi demirlediğim liman adanın arkasında olduğundan, kraterin etrafında yer alan Fira ve Oia kentlerini denizden görebilmek için dümeni tekrar kraterin içine kırdım. Denizden, aşağıdan yukarı doğru bakınca kentlerin bulunduğu sarp yamaçların ihtişamı ve insanı ürküten güzelliği daha iyi anlaşılıyor.
Bu büyüleyici adanın görüntülerini fotoğraf makineme ve hafızamın bir kenarına işledikten sonra batan güneşe doğru olan koşuma tekrar başladım.
Hakan Öge / Birgün
Error, group does not exist! Check your syntax! (ID: 8)